9 Nisan 2010 Cuma

Beyin kabuğu

Cuma gecesi. Kutu odamda, müzik dinliyorum. Bugün aklımdan şunlar geçti:
1) Kendime güzel ayakkabılar alayım da yazın güzel ayakkabılarımı giyeyim.
2) Güzel güzel fotograflar çekileyim de facebookuma koyarım.
3) Sivilcelerim azıttılar, mayonezi artık bırakayım.
Vs. vs.
Peki hiç kimsenin yaşamadığı bi yerde olsaydım. İsteyecek miydim yine bunları? Güzel ayakkabıları napayım kim görecek? Facebooka koyduğum fotografı kim görecek.? Sivilcelerimi kim bilecek ulan? Demek ki bütün bu insansı isteklerin sebebi de başka insanlar. Öyle mi?Düşüneyim: evet öyle. Issız adaya düşen birinin maymunlara kendini beğendirmek için muz ağacı yaprağını öyle değil de böyle takması düşünülemez herhalde.
Peki tamam. Ama bizim, toplumda bunları istememizdeki mantık ne?
Lan varya çözdüm ben. Hiç yazı yazmaya, üstünde düşünmeye falan gerek yok. Anladım ki ben de daha bunları hiiiç aşamamışım. Felsefeyle falan ilgileniyorum bi de. Ahh ah. Kesin hiçbir zaman da aşamam bu ''toplumsal each other beğendirme mekanizmasını''. Vay be. Beyinlerimiz öylesine kabuk tutmuş ki artık kabuğun arkasını bilsek de kıramıyoruz onu. Vay be. I am just going to fuck myself. Bye.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Şimdi Sokrates olaydı

Şunu düşündüm: insanlar kimyasal ilaçlar sayesinde tam hedeflenen hale sokulabiliyor. Antidepresanlar, narkoz, hormon ilaçları... Bu da insanın ne kadar yönlendirilebilir ve düşünüldüğü kadar karmaşık olmayan basit bir canlı olduğunun kanıtı.
E ne peki bütün bu havalar, nedir bu kendini büyük görmeler, ey insan!
Gerçekten dayanamıyorum, sinirleniyorum böyle insanlar gördüğümde demeyeceğim, sadece hallerine gülebilirim. Keşke doğuştan gelse bazı öğrenilmesi gereken şeyler. Fakat ne yazık ki böyle değil ve en ümitli olunabilecek kişiler bile hiç birşeyin farkında değil. 
Dünyanın iyiye gideceğini de sanmıyorum ya, daha kötü olacak.. Gerçekten birşeyler bilen birileri şu dünyaya monarşi getirse de 2 yaşından itibaren her insana zorunlu ''İnsan nedir?'' dersi verilse 10 yıl.
Ah şimdi Sokrates olaydı, şöyle derdi: ''en akıllı kişi, neyi bilmediğini bilendir.'' Ve sonuçta yine hiç birşey değişmez, insan kendi bildiğini okurdu. Eminim..

4 Ocak 2010 Pazartesi

42

Tamamen biyolojiğiz, böyle düşünüyorum. Herşey tamamen biyoloji. Öleceğiz biyolojiklikten hatta.
Öyle ki akla sahip olmayı başarabilen ırk ilk biz olmuşuz evrimleşe evrimleşe. Balık falan da olabilirdi mesela. (Tekrar okudum da yazımı, belki onların da vardır da saklıyorlardır, belli olmaz.)
Şimdi biz akıla kavuştuk, sonra geliştik, teknoloji falan. Teknoloji gelişince doğa bozuluyor. Tamam bozmamak önemli çünkü çok güzel, biyoloji güzel zaten. Ah o ağaçlar, çiçekler, yeşil...
Ama iki seçenek olsa: 1) İnsan ırkı hiç gelişemeyecek fakat doğa her zaman ki güzelliğinde kalacak, 2) İnsan ırkı bilim, teknoloji de doruğa ulaşacak ama doğa yok olacak.
2.yi seçerdim. Çünkü bu aklın evrimler sonucu bize bahşedilmiş bir şans olduğunu düşünüyorum, bunu kullanmalıyız, boşver biyolojiyi. önemli olan felsefe, kafaya takılan sorular. Aklı kullanıp, çözümler bulmak lazım, bir çeşit borç. 
Avatar'ı izledim bugün. Ne teknoloji. Göğsüm kabardı gerçekten.
Şimdi bir de şu var ki insanız, üzüntüler, mutluluklar, korkular falan. Yani duygular. Hani biyolojiktik? Kahretsin ki bu akıl gelirken bir de duyguları getirmiş ve diyorum ki eğer duygularımız varsa eh mani olamayız ki, onlarla yaşayacağız. Aşık da olucam, nefret de edicem. 
İnsan ırkı duygusuz olamaz. duygusuz olmaya da çalışmamalı.
GELİŞ EY TEKNOLOJİ, BEN ÖLMEDEN GİT YOLUNUN SONUNA, IŞIK TUT ŞU KARANLIĞIMA..

2 Kasım 2009 Pazartesi

Aynalar

Bugün metrobüsteyken gözüm aynaya takıldı.
Ayna hiç kıpırdamadan dursa hep aynı şeyi yansıtır ama biz farklı açılardan bakınca aynada farklı yerleri görüyoruz. E bu da çok ilginç gerçekten.
Sonra dedim, bu aynalardan ne güzel korku filmi olurdu. Mesela aynaya sağdan baksan hiç bir şey yok ama hafif sola kayınca arkanda bi zombi olduğunu görsen.
Sonra dedim, aynalar diye bi film yok muydu zaten. İzlemedim acaba böyle bi sahne var mıdır içinde, merak ettim. Yoksa eğer yazık olmuş, çok yazık olmuş, çok.
Bi de Issız Adam'a ağladım biraz önce.

29 Ekim 2009 Perşembe

Yetkin anlar

Sartre'ın Bulantısını okuyorum, bitmek üzere. Kitap varoluş üzerine tabii. Bir bölümünde arkadaşı Anny ile görüşüyor Sartre. Ve ikisinin de ortak derdi olan varoluş üzerine konuşmaya başlıyorlar. Okumayı bitirince Anny ile çok benzer olduğumu anladım. Kadın hayatını ''yaşamış olmak'' için karşılaşması gereken olaylar olduğuna inanıyor, bunlara da yetkin anlar diyor. Ben de bu yetkin anlar için bir çok şey yaptım ve yapıyorum. Hayatı yapan 500 adlı bir liste hazırlamıştım arkadaşımla, bunları yaparsan hayatını yaşamış olursun; günlük tutuyorum, bu da ilerde baktığında 'vay be yaşamışım ben' demek için. Ama büyük bir sorun var işte. O listedeki herşeyi yapsan bile, onları yetkin ana sahip olma bilinciyle yaptığın için sayılmaz.
Hayatın bilinmez cevaplardan oluşan bir kördüğüm olduğuna inanıyorum. Bir insan varoluş üzerine kafa yormaya başlarsa kendini o kördüğümün içinde bulur, bir daha da çıkamaz. Bu yüzden yetkin anlar sadece yetkin anların farkında olmayan insanlar için var. Henüz bilmiyorum bu kördüğümden çıkmış biri var mı, bulmak için okumaya devam edeceğim; belki bir gün ben beceririm.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Aman tanrım

Bugün YGS sınavım var 9.30da. Saatimi dün geri almayı unutmuşum o yüzden bir saat boyunca burda bekleyeceğim. Neyse ki internet var dersanede. Eh bu kadar saatim varken ben de bir konuya değineyim dedim.
Tanrı kavramından bahsedelim. Ezelden beri insanlar kendilerine din arayışında bulunmuşlar. Suya tapanlar, güneşe tapanlar... Bir de mitoloji denen bir şey var tabii. Şimşek atan, çekiciyle cin avlayan tanrılara sahip bu mitoloji. Bize şimdi gülünç gelen mitoloji eski insanların inandığı şeydi. Şimdi biz de kutsal kitapları yollayan ''o tanrı''ya inanıyoruz.
Peki bana kim söyleyebilir, şimdi ki herkes tarafından inanılan tanrıyla, o eski mitolojik tanrıların farkını? Tek fark mitolojilerde iş bölümü olup her tanrının kendi ustalığı olması. Ki bu da tek bir tanrının her işi halletmesinden daha makul.
Peki biz neden bu mitolojiye deli saçması diyoruz da bu tanrıya hayatımızı adıyoruz? Çevre giriyor burda devreye. Malum dünyadaki nerdeyse her insan bu tanrıya inanıyor. Çocuklarına da bu tanrıyı öğretiyor. hatta bazı ülkelerde ''din kültürü ve ahlak dersi'' veriliyor. E haliyle çocukta buna inanmakta zorluk çekmiyor.
Eğer bütün dünya bir solucana inansaydı. Bu solucanın kitapları olsaydı, bu solucana iman edilecek ihtişamlı binalar olsaydı, okullarda bu solucanın dersleri öğretilseydi, hangi çocuk buna karşı çıkıpta ''bu solucan çok saçma'' derdi? Benim örneğim ''solucan'' ama tabii bu konuyu böyle düşünen tek ben değilim.
Uçan spagetti canavarı, çaydanlık..
Pekte lezzetli bir tanrı doğrusu.
Sınav saatim gelmek üzere, sınıfa gideyim. Görüşmek üzeree.. RAmen